designinistanbul | söyleşi | bager akbay: “uzaylı saldırısına karşı güzel bir savunma mekanizmasıdır maker hareketi. çünkü, uzaylı saldırısının ne olacağı konusunda hiçbir fikrimiz yok; bakterilerle de gelebilir arkadaşlar, meteor da atabilirler. bilinmeyene bizi hazırlayan şeyler yeni paradigmalardır ya; onu sağlıyor. seni değiştiriyor, oyunun durduğu zemini değiştiriyor”
1027
post-template-default,single,single-post,postid-1027,single-format-standard,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-title-hidden,qode_grid_1300,footer_responsive_adv,qode-content-sidebar-responsive,qode-theme-ver-10.0,wpb-js-composer js-comp-ver-4.12,vc_responsive

söyleşi | bager akbay: “uzaylı saldırısına karşı güzel bir savunma mekanizmasıdır maker hareketi. çünkü, uzaylı saldırısının ne olacağı konusunda hiçbir fikrimiz yok; bakterilerle de gelebilir arkadaşlar, meteor da atabilirler. bilinmeyene bizi hazırlayan şeyler yeni paradigmalardır ya; onu sağlıyor. seni değiştiriyor, oyunun durduğu zemini değiştiriyor”

 

Maker hareketinden, şiir yazan yapay zeka işi Deniz Yılmaz’a, Tasarım Bienalindeki işi Çoban’dan eğitimcilik alanındaki girişimlerine kadar çok yönlü bir kafa yıkıcı/yapıcı Bager Akbay. Onu görünür kılan maker hareketi ile ilk bağlantısını MIT’deki “How to make almost anything (Herhangi bir şeyi nasıl yaparız)” dersi ile tarihliyor ve hareketi, bilinmeyene bizi hazırlayan yeni bir paradigma olarak anlamlandırıyor. Maker-hacker tariflerinin köklerini telif, demokratikleştirme, kolaylaştırma, özgürlük bağlamlarına oturturken; bu döneme ilişkin tarifleriyle zanaat ve maker evrenine de bir çivi çakıyor: “Ben ustayım, sen çıraksın” artık yok. “Hepimiz kalfayız, yan yana takılıyoruz,” diyor.

Bager Akbay, yeni döneme, dönemin paradigmasına ve ürettiği nesle inanıyor. Bu yüzden, işlerinde bugünlerdeki gözdesi tüm bu işlerin eğitimle birleştiği bir alan. Bu alanı, “maker hareketinden öğrendiklerimizi, tekrar doğal yaşam becerilerinde kullanıyoruz,” çerçevesinde ele alıyor. Çocukları eklektik yapıdan kurtarmak için bütün tanımları birbirine karıştırmanın; iş mi, sanat mı, tasarım mı yapıldığı belli olmayan ama herkesin keyif aldığı bir okul, bir yaşama alanı yaratmak gerekliliğine inanıyor. 1 yaşından 50 yaşına kadar öğrencileri olan bir okul tasarlamayı merak ediyor. Bu kadar eğlenceli konuşan, konuşurken eğlenen Bager Akbay bir yandan da kimse beni aramasa da sanat işlerime, projelerime baksam kafasında. Öyle ki, vestiyere ilk teslim edeceği şeyler arasında cep telefonu ve bilgisayarı var. Bager Akbay söyleşisinden bir sürü bilgi, başka türlü bakış açıları ve türlü komik tariflerin yanı sıra, sıra dışı ve pozitif bir enerji ve hepsi kadar değerli olan, umut kalıyor insana. Teşekkür ederiz Bager, seni tanımaktan bahtiyarız.

 

Maker hareketi ile başlayalım mı?

Maker hareketi genel anlamda liberal bir hareket. Ana özelliği, üretim dinamiğini son üründen altyapıya taşıması; bir ürünü satın almanızdan ziyade kendi ürününüzü yapabilmenizi sağlayacak aletleri almanızı önermesi. Bu, bizim de tercih ettiğimiz bir şey, yeni paradigma bu. Sermaye ile de ilginç bir ilişkisi var. Biz ne yapıyoruz peki? Bu türden popüler terimler gelecektir, geçecektir, yok olacaktır. Tarih boyunca da bir sürü böyle olmuş şey var. Bizim hikayemiz, bu fırsattan istifade buralarda bir ekosistem kurabilir miyiz idi. Biz de onu başardık. İlk maker fuarı toplantılarında bir sürü insan -birbiri ile arkadaş olamayacak, görüşemeyecek, birbirlerinden haberleri bile olamayacak insan- arkadaş oldu. Biz de o etkinliklerden bir sürü ürün ürettik. Orada topluluklar oluştu. Şimdi eğitimciler ayrıldı; eğitim toplantıları ayrı bir yerde yapılıyor. Sonra Anadolu etkisi geldi. Anadolu’da şu an bir sürü yerde etkinlik yapılıyor. Çok iyi değil durumlar, ama güzel şeyler oluyor; “Düzce Kodluyor”, “Manisa Kodluyor” gibi etkinlikler yapıldı. Facebook grupları var; ciddi projeler paylaşılıyor.

Bager Akbay’ın maker hareketi ile ilişkisi nedir?

Bu sabit bir şey değil; zaman içerisinde değişen bir şey. İlk bağlantımı düşünürsem; MIT’de bir ders vardı, “How to make almost anything (Herhangi bir şeyi nasıl yaparız),” diye. Bu ders aslında tek başına bir ders değildi; MIT Media Lab’in oluşumu ile bağlantılıydı. Oralarda bir şeylerin, hibrid [melez] bir kültürün ipuçları vardı. Bunlar 21. yüzyılın sinyalleri idi. 20. yüzyıldaki uzmanlaşmadan, tekrar Rönesans insanına dönüş gibiydi. Onları 2002-2003’ten beri takip ediyordum; o zaman okulda öğrenci idim. “Macromedia Director” ile tasarım-yazılım arası, interaktif işler yapıyordum. Mesela bir rüya görüyordum; rüyamı bir yazılım olarak, interaktif bir deneyim olarak anlatıyordum. O zamanlar bu formları çok iyi bilmiyorduk, ama aslında Avrupa’da çok çeşidi varmış. Net-art, web-art gibi şeyleri hep sonradan öğrendik. Bu bir medya olabilir mi, etkileşimli ortamda nasıl bir şeyler anlatılabilir gibi konularda dört beş kişi denemeler yapmaya başladık. Anlamaya çalıştık. Bunlara baka baka geçti zamanımız. Mezun olup hocalık yapmaya başladığımda -o dönem interaktif piyasaya da iş yapıyordum- bu işleri biraz daha sorgulamaya başladım. O sırada elektronik devrim de gerçekleşti. Arduino daha çıkmamıştı. Hernando Barragán, Wiring diye bir kart yapmıştı ve bu kart elektronikte bir yeni bir dönem başlattı. Bunları da bağlamaya başladık. Sonra yazılım, elektronik, günümüze doğru üç-boyutlu yazıcı derken, bütün resim tamamlanmaya başladı. Başa geri dönersem; aslında “herhangi bir şey nasıl yapılır” dersinin çalışma alanını tasarlıyorduk. Yaptığımız bütün şey buydu. Çok geniş bir soruydu bu. Bu sorunun cevabı için nasıl bir alet seti, nasıl bir arkadaş kitlesi, nasıl bir ekosistem, nasıl bir kafa yapısı, nasıl bir inovasyon sistemi gerektiğini ve de bunların hepsinin yeni olanlarını anlamamız lazımdı. Günümüz dünyasının sosyo-politik durumu da bunu istiyor aslında. Yarın, çocuklarımızın nasıl bir dünyada yaşayacağını bilmediğimiz için, onları böyle hazırlamamız gerektiğini hissediyoruz. Neyse; Türkiye’de ilk olarak Amber Platform’un içindeki kişiler bu tarz işler yapıyordu. “Yeni Medya” terimi iletişimciler tarafından ele geçirilmeden önce, yeni-medya sanatı deniyordu buna. Yeni-medya sanatında bu tür hibrid yaklaşımlar vardı; elektronik sanat, vs. gibi. O aralar biz de böyle şeyler yapıyorduk. Dolayısıyla hâkimdik bu alana. Yani işin sanat, eğitim ve iş tarafında da deneyimimiz vardı. Bir gün Selva’dan (Studio X) telefon geldi. Dedi ki, “Dale Dougherty geliyormuş Türkiye’ye; seminerden sonra 4-5 kişilik bir toplantı yapacaklar, sen de gelsene.” Ben de “çok güzel, gidelim,” dedim. Orada birkaç kişi fuar [Maker Fuarı] açma motivasyonundaydı. Ben de “Tamam deneyelim,” dedim. Biz orada şunu yaptık aslında: Eğitim, sanat ve iş dünyasından tanıdığımız insanları çağırdık; bir de, içerideki ekosistemin, insanların egosal problemlerinden etkilenmemesini sağladık. İçeride sağlıklı bir grup kaldı. Her şeyin çok amatörce yapılmasını sağladık. Hiçbir profesyonel yardım almadan, tamamen Türk usulü yöntemlerle. İlk Maker Fuarıydı bu. Amatör ve güzel bir şekilde yapıldı; çok da keyifli oldu. Ben, kendi adıma bu ilk Maker Fuarının düzgün olmasında çalıştım diyebilirim. Sonra oranın eğitim ayağındaki insanlarla daha haşır neşir olmaya başladım. Eğitim alanı çok daha naifti. Çünkü eğitimcilerin teknoloji ile ilişkileri genelde çok zayıftır Türkiye’de. Ziya Hoca vardı Şişli Terakki’den; Hakan Hoca vardı şimdi Enka’da. Üçümüz bir araya geldik; “Maker Eğitim Hareketi” diye bir şey kurguladık. Hakan’ın ürettiği materyaller üzerinden bir kaç kitap çıkardık ve bu kitaplar olumlu tepkiler aldı. Bir sürü kişi kitabın benzer kopyalarını yaptı farklı şeyler için. Yaklaşık bir altı aydır Maker Eğitim Topluluğu ayrı buluşuyor. Artık o da oturdu yani. Ben diğer eğitimlerde de onu yaptım. Kimse yapmazken yapmanın ilginçliğini, keyfini sürüyorum. İnsanlar yapmaya başladıkları zaman ise artık bana ihtiyaç olmuyor ve geri çekiliyorum. Bunu çok yapıyorum. Bu, ticarî açıdan baktığınızda biraz yanlış bir taktik gibi görünüyor, ama bence daha keyifli. Bir yerde durup, üç sene boyunca pozisyon alırsanız, para kazanmaya da başlayabilirsiniz. Yani hareket etmemeniz lazım; onu optimize etmeniz lazım. Ben optimizasyonu sevmiyorum; çünkü optimizasyonun yaratıcı bir şey olduğunu düşünmüyorum. Formülleri belli. Ben kendimi verimli kullanmaya çalışıyorum. Dolayısıyla o optimizasyonda bana ihtiyaç yok. Beni aşıyorlar orada zaten. Ben sadece cesaret etmiş oluyorum. Sonra başka yerlere çekiliyorum.

Maker hareketine son dönemde pek çok anlam atfediliyor. Maker hareketini siz sloganlaştırarak tanımlamak isteseydiniz, en çok neyine vurgu yapardınız?

Şimdi tarihi olurken yazabilmek çok kolay bir şey değil; bu sebeple çok fazla tanım olması normal. Bu işin çok yönü var. Birisi şu: Dijitalde kazanılan deneyimlerin fiziksele aktarılması. Bunun birkaç yönü var. Bunun telif tarafı var. Bunun demokratikleştirme, kolaylaştırma tarafı var. Bunun bir metodoloji tarafı var, farklı bir metodoloji getirmesi var. Yazılımda olan şey ise aslında şu: Soft fabrikalar üretebiliriz. Yani, her bir bilgisayar soft bir fabrikadır aslında; sizin fabrikanızdır. Önünüzdeki bilgisayarla uzaya mekik yollayacak bir fabrikanın yazılımını rahatlıkla yönetebilirsiniz. Bilgisayarlar çok yetenekliler.

Şimdi işin o tarafını saklı tutalım; aslında maker hareketinin büyümesi için, yazılımdaki kazanımların başka sektörlere atlaması gerekiyordu. Nedir bunlar: elektronik, üç boyutlu yazıcı, vb. Bunların olması gerekiyordu. Çünkü, o zaman bir set tamamlanıyordu. Diyelim ki bir bakteri salgını altındayız ve yirmi dört saat içerisinde bir ürün gerekiyor. Şu an o ürünün dünyanın her yerinde kurulması iki gün sürer. Hatta mekanizmanın oturması çok daha hızlı gerçekleşebilir. Yani bu, uzaylı saldırısına karşı savunma mekanizması olarak da kullanılabilir. Böyle bir şey var; kopyalanabilir fiziksel şeyler mantığı var. Bunun kültürel tarafı var. Yazılımın bize getirdiği kültürel farklılıklar var. Beraber yapmanın yöntemlerinin oturması; ekonominin buna göre değişmeye başlaması, vb. şeyler var.

Ayrıca maker kelimesi aslında bir isim değil ama sıfat olabilir. “Ben biraz maker takılıyorum; bu aralar maker kafasında iş yapıyorum,” denebilir. Ve de maker şemsiye bir kavram tabii ki. Şu anda içinde olduğumuzdan ne olduğunu anlamak zor ama gitgide de büyüyecek. Biyoloji girdiği zaman başka bir şey olacak; yemek girecek, tekstil girecek… Alakasız bir şey ama “robot ekonomisi gelecek,” deniyor ya; bununla kastedilen şey şu: Mühendislik yok olacak aslında. İlk olacak şey bu gibi görünüyor. Mühendisliğin yok olduğu bir dünyada üretim nasıl oluru düşünmek lâzım o zaman. Mühendisler gidince ne olacak? Servis sektörü kalacak. Mühendisin gittiği zamanlar için daha genel bir üretim becerisinden konuşuluyor olacak. Mühendislik yok olacak derken tarım sektörüne benzer bir istihdam daralmasından bahsediyorum. Kişilerin becerilerinin daha önemli olduğu bir şeyden bahsediyoruz. Bakış, hızlı öğrenme, adaptasyon gibi şeyler devreye girecek gibi görünüyor. Çok anormal değil aslında. Bir sürü sektör de tarih boyunca var olmuş, yok olmuş bu şekilde. Ama son kertede sloganvarî bir şey söyleyecek olursam şunu söylerim: uzaylı saldırısına karşı güzel bir savunma mekanizması maker hareketi. Çünkü, uzaylı saldırısının ne olacağı konusunda hiçbir fikrimiz yok; bakterilerle de gelebilir, arkadaşlar meteor da atabilirler. Bilinmeyene bizi hazırlayan şeyler yeni paradigmalardır ya; onu sağlıyor maker hareketi. Seni değiştiriyor, oyunun durduğu zemini değiştiriyor. O yüzden, maker hareketi adı altında mı anılır, 21. yüzyıl altında mı bilmiyorum; ama yeni endüstri devrimi dedik ya, o devrim geliyor aslında. Gerçekten oraya doğru gidiyoruz. Kesin yani; kaçarı yok.

Tam da az önce kullanmış olduğun “devrim” kavramına istinaden bir soru sormak istiyoruz. Maker hareketinin devrimci vasfı oldukça vurgulanan bir husus. Bunun yanında birlikte üretme, maker-space mevzusu, kolektiflik, eşitlikçilik, katılımcılık, dahil edicilik sıfatları ile hiyerarşik öğrenme ve üretme ilişkilerine meydan okuyarak dünyayı değiştirme iddiası taşıyor. Bu potansiyeli ile, maker hareketinin insana, doğaya, kentlere ve diğer canlılara yönelik bir değer üretme derdi de var mıdır? 

Yok; şimdi bu tekil bir şey değil. Sistem bundan faydalanıyor. Bu, kadın haklarının 1970’te ciddi bir şekilde örgütlenmesine benziyor; çünkü işçi sınıfının maaş artışının artık patronlar tarafından desteklenmiyor olmasına benziyor. Ya da veganlığın sermaye ile ne alakası olabilirin iyi düşünülmesi gibi garip bir çapraz okumaya. Örnek vereyim; bu sistem ara oyuncuyu yok ediyor, değil mi? O zaman ne oluyor? Bir şirket, ülkeleri ve vergi sistemlerini by-pass ederek ekonomiyi yönetebiliyor aslında. Dolayısıyla şirketlerin işine gelen tarafı bu. Yani, o ara oyuncuyu yok ediyorum ben. Yani, ben sana soft bir şey, üç boyutlu bir model satacağım ve ara vergi unsurları çok karışacak. Şu an dünyadaki büyük savaşlardan biri bu; yani, bu unsurların karışması. Bu işin kapitalle ilgili tarafı, ama Türkiye’de bizler bunun farkında değiliz. Bir sürü hacker topluluğu, aktivist topluluk bunun farkında ve bunlara karşı önlemler almak için bir şeyler deniyorlar. Almanya’da Chaos Computer Club buna iyi bir örnek. Çok kolay bir yapıdan bahsetmiyoruz. Eminim Çin’de de vardır böyle topluluklar. Bir sürü topluluk böyle fikirler üretiyor; düşünüyor. İnterneti nasıl otoriteden bağımsız hâle getirebiliriz sorusu üzerine çalışmalar yürütülüyor. Bitcoin’i nasıl her şeye dönüştürebiliriz çalışmaları yapılıyor. Maker hareketinin bu kadar hızlı yaygınlaşmasının sebeplerinden biri de, özgürlükçü olma kaygımız ve isteğimizden yararlanan sermayenin desteğini alması ama biz bunu çıkarımıza dönüştürmeyi başarabiliriz. Özgürlükçü bir tarafı var baktığımızda. Şöyle bir şey düşünün: Şu an Türkiye’deki telekomünikasyon firmalarına mahkum kalmak istemeyen milyonlarca insan var. Yani, bu birazcık dünyayı eşitliyor savaşta. Facebook uydularla, balonlar koyup bütün dünyaya internet vermekten bahsediyor. Ülkeler bunlara karşı ne yapacak bilmiyoruz. Bunlar paradigmayı değiştirecek, oyunu değiştirecek, ülke tanımını da değiştirecek. Düşünsene bir ülke var, vergi alamıyor. Türkiye’deki siyasî cümlelerin hiçbiri kalmaz bu durumda. Başa dönersek, tabii ki kadın hareketlerini yalnızca iş üzerinden yorumlamak büyük haksızlık olur. Dünyadaki kadın hareketleri bize bir çok değer kazandırdı. Kadınların sosyal örgütlenme becerilerini arttırdı. Türkiye’de de bunun sonuçlarını gördük. Bir yandan maker hareketi şirketlerin vergi sistemlerini by-pass edecek altyapıyı öngörüp insanların ona hamle yapmalarını sağlıyor; bir diğer yandan da bizim gerçekten özgürleşmemizi sağlıyor. Maker hareketi İstanbul’un işine yarayacakmış gibi zannediliyor. İnternet, İstanbul’un işine yaramıyor. İnterneti İstanbul’da kullanmayan biri olarak hayatınızdan çok bir şey kaybetmezsiniz; çevrenizdekiler sizi besler. Ama Kars’ta internet hayat kurtarır; Kars’ta 3B yazıcı hayat kurtarır. Hayat kurtarır derken, gerçekten hayat kurtarır. Yani, oradaki hastaneye bir stentin İstanbul’dan yollanması çok zor; ama orada güzel bir 3B yazıcı olursa, önümüzdeki on yıllarda ameliyat malzemesi üretebilirsen, arabanın motoru bozulduğu zaman parçayı üretebilirsen, arabalar buna göre tasarlanırsa –ki yakında olacaktır bunlar, bu başka bir şey…

Maker hareketinin kendisinin insana, topluma, kentlere değer üretmek gibi bir başlığı olmasını bekler misin peki?

Maker hareketinin bunları da kapsayan bir şemsiye kavram olmasını beklerim. Tek başına bunu yapamaz. Mesela Avrupa’ya bakarsak –ki Avrupa biraz daha sosyalisttir bu konularda… Repair Cafe’ler [tamir odaklı kafeler], Yarn Bombing’ler [kamusal alanları örgü ile kaplama] veya Hollanda’daki Gender Changers’lar -muhteşem bir kadın örgütlenmesidir teknoloji üzerine… Maker hareketinden direkt bu cümleleri beklemem, ama maker hareketinin çevresinden ve altından bu cümleleri beklerim.

Burada üreyen, üretilen ve biriktirilen bilgi, beceri ve deneyimin bugün hiç tanımlanmamış sorun alanlarına dokunmak, değinmek, el uzatma ihtimali bakımından….?

Kesinlikle; zaten bu yönde bence. Örneğin Instructables böyle bir kataloglama. Common Sense Media, Graphite böyle şeyler. Mesela, eğitim ayağında diyorsun ki, “ben ilkokul dört hocasıyım, matematik öğretiyorum, bana Android üzerindeki ücretsiz aplikasyonları listele.” Sonra, “ücretlileri listele,” diyorsun. Hocaların yorumlarıyla birlikte listeliyor. Şimdi bu garip bir kataloglama yöntemi. Bunlar, eğitimin nereye doğru gittiğine dair büyük ipuçları veriyor bize.

Bu hareket buna yarar mı? Bu potansiyeli taşıyor mu?

Evet. Neyin nerede nasıl karşımıza çıkacağı planlı değil ya; o yüzden daha anarşist, daha merkeziyetsiz bir durum. Belki büyük sorunları çözemez, ama çözülmesini istediği zaman ipuçlarını gösterebilir.

Az önce Anadolu’dan bahsettin ve konuşmanın akışından da az çok çıkarsayabiliriz, ama yine de sormak istiyoruz…  Anadolu’daki potansiyel nedir?

Orada daha çok ihtiyaç var. Demin dedik ya; esas oranın ihtiyacı bu. Bizde Eminönü var, Karaköy var. Dünyanın kaç şehrinde Eminönü, Karaköy var?

Tam bu potansiyel üzerinden, Amerika’da garaj menşeli inovasyon kültürü benzeri bir şey, maker hareketi ile Türkiye’de gerçekleşebilir mi sence?

Kıraathâneydi bir önceki modeli bunun. Kıraathânelerde olur bu iş. Yani, sen Türkiye’de kahveye kıraathâneye üretimi sokarsan, kahvede bir tamir köşesi yaparsan… İyi fikirmiş bak, bunu örgütleyebiliriz. Bütün gün orada oturuyorlar, birileri de bir şeyler tamir etsin. Çok da huzurlu olacak bir şey yani.

Fakat biz bundan daha büyük bir şey soruyoruz. Burada soru aslında maker hareketinin dönüştürücü gücü hakkında… Buradan hareketle, maker hareketi Amerika’da garaj ve ötesi ile temsil edilen inovasyon kalkışmasının Türkiye’deki karşılığı olabilir mi sence?

Bence bu kahvehâne. Bundan önce mahallenin mucidi, delisi ile bir barışmamız lazım ya da şehrin eli boyalı, eli kirli işçisiyle barışmamız. Ben hep “seksi,” diye anlatırım bunu. Neyin daha seksi, neyin daha çekici olduğunu tanımlamamız gerekir. Doğru iletişim bu noktada işe yarayacaktır. Bizim “bu daha çekici” diye onu göstermemiz lâzım. Ben okullara bir şey anlatmaya gittiğimde, yemek yapmayı bilenlere “sen havalısın” diyorum. Bu devirde bir ortaokul öğrencisi için karnıyarık yapmayı bilmek çok havalı bir iş; diğerlerini eziyor mesela. Deliyle, o mucitle barışmamız lazım. Çünkü, üreten insanlar sosyal yapıdan ürktükleri için kapandılar. Üreten insanların iletişim platformları yok. Medya yok. Buluşabilecekleri üçüncü mekânlar[1] yok. Kıraathâneyi o yüzden söyledim; çünkü kıraathâne bir üçüncü mekândır. Ev ile iş arasındaki boş mekândır ve o mekân, bu yüzden çok değerlidir. Garaj yok bizde. İmkânı yok; o başka bir kültür. Bizde sohbetle yürüyecek bu iş. Yanda bir çay ocağı olacak. Çay olduğu zaman üretim oluyor mesela. O yüzden bizdeki üretim mekânları olarak kıraathâne tipi şeyleri düşünmemiz, bunun gibi bir sürü model koymamız ve de o barışmayı, kültürel ögeyi, yani tamir etmeyi popüler hâle getirecek reklam stratejilerini oturtmamız lâzım.

Kültürel kodlardan bahsetmişken; yaratıcılığın ilahî bir kudrete mahsus olduğu, “icat çıkartma”, (popüler versiyonu ile “zihni sinir” işleri çıkartma) “çıkıntı olma”, “eski köye yeni adet getirme” gibi kültürel kodların hâkim olduğu kültürlerde, maker hareketi bu kültürel meselelerle nasıl başa çıkabilir? Başa çıkabilmesi için bir model önerisi, yaklaşımı var mıdır/ olmalı mıdır?

Şöyle olması gerekiyor; çok basit. Kalkınma ajanslarının, devlet otoritesinin, büyük şirketlerin adam gibi reklam ajanslarına bu briefleri vermesi gerekiyor. Bundan kolay bir şey yok. Gidecekler, “biz üretimi artırmak istiyoruz,” diyecekler. “Bizim böyle böyle atasözlerimiz var, bunları yıkmak istiyoruz” diyecekler ve yıkacaklar. Şu an sen bütün dizi ünlülerini üstü başı çalışmış çek, oraya buraya koy, posterini as, o tip insan bir sene içerisinde havalı hâle gelir.

Ancak yapısal bir şeye işaret ediyor bu dediğimiz kültür kodları. Maker hareketi bu anlamda dönüştürücü olabilir mi?

Ama bakın şimdi, var bunlar Türkiye’de. Türkiye’de tornavidayla gezen dedeler vardı ben çocukken. Orayı burayı tamir ederlerdi ve becerileri de vardı. Türk insanı hack’lemeyi sever mesela. Biz hacking kültürüne bayılırız. Bizde bütün sistemler hack’lenir. Her tarafı hack’leriz biz. Özal Türkiye’de en modern telefon sistemini kurmak zorunda kalmıştı; çünkü hepsini hack’liyorduk. Ben lise öğrencisi olarak jetonlu telefonu, kartlı telefonu, başkasının telefonunu hack’leyebiliyordum 90 yılında. On beş yaşındaydım. Dolayısıyla bu kültürde hacker/maker kültürü var yani. Bir bizdeki sistemlere bak, bir yurtdışındaki sistemlere bak. Yurtdışındaki sistemler güven üzerine kuruludur. Biz hiçbir şeye güvenmeyiz. O zaman şimdi bakın, tam tersine döndü muhabbet. Ben, kültür olarak bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Doğru bir medya stratejisi, iletişim stratejisi kurulursa olur. Lâkin sorun şurada: Devlet bunu niye yapsın? Şirketler bunu niye yapsın? Çünkü bir şirkete bu gittiği zaman, “bunu niye yapalım” diye sorar oradaki yatırımcılar. Devlet de sorar. Dolayısıyla bu yüzden olmuyor olabilir. Bu noktada emin değilim; ikna olmayabilirler. “İyi kontrol edilemezse”den korkabilirler. Cevap evet bence; işine yarayacaktır. Çünkü devletin istediği de o. Bakan da söylüyor: “Biz 2000-2010 arası niceliğe oynadık; şimdi niteliğe oynamamız lazım,” diyor. Siyaset ayrıştırıcı söylemlerden avantaj sağlıyor olabilir; ama bu siyasetçilerin altında da siyasetçiler var. Lokaldeki siyasetçiler bu tip stratejilere gidebilirler belki: yani, bölgesel siyaset üzerinden bunlar yapılabilir belki.

Peki, bununla mı sınırlıdır rolleri? Çünkü özellikle aslında sorunun devamında bireyciliğin yüceltilmediği, devlet ve teamüllerinin egemen olduğu bir kültürden bahsediyoruz….

Bireyciliğin yüceltilmemesinde pek bir şey yok aslında. Orada iki şey söylüyorum. Bir, deklare etmek. Türkiye’de politik deklarasyonlar aşırı polarize. Deklarasyon sadece, hamle değil. Sorun konuşma yani; dili sevmiyoruz biz. Bir tane başkan adayı düzgün konuştuğunda içimiz rahatlıyor. Bizi duymuyorlar gibi geliyor çünkü. İnsanlar duyulmamayı sevmez; dediğinin yapılmaması değildir mesele. Önce bir dinlesinler beni derler. Bir deklarasyon; iki altyapı. Altyapıyla ilgili de biz bunları konuştuk. “İnternet upload hızının olmadığı bir yerde inovasyon üzerine muhabbet yapmayın,” dedik. Adil kullanım kotası diye bir şey var. Dalga mı geçiyorsunuz siz? Yol yok; “araba yapın” diyorsun. Saçma yani. Temel altyapı; yani, elektrik sorunu falan. Üniversiteler bana geliyor; “buradaki dersini üniversitede yapar mısın” diyor. “Siz üniversitesiniz, sizin altyapınız yetmiyor” diyorum. “Senin altyapın daha mı iyi” diyorlar. “Tabi daha iyi” diyorum: Priz sayısına bak. Kişi başına düşen internet bağlantısına bak. İnternet bürokrasisine bak; malzeme erişim bürokrasisine bak. Bak; raflarda duruyor, alıyorsun. Sende nasıl alınıyor bu? Gidiyorsun dilekçe çıkartıyorsun falan. “Ben senden çok ilerdeyim”; “senin öğrenci kadar prizi olan bir odan var mı? diyorum. Çok basit bir soru bu aslında; çünkü herkesin laptopu var. Türkiye’de çok az üniversitenin çok az sınıfında var bu. Altyapı dediğimiz şey de bu. Adam masa sandalye yapmış; onlar da çalınmasın diye sabitlemiş. Böyle bir ortamdan bahsediyoruz.

Öte yandan, bu kültür açısından yaratıcılık teriminde çok bir sorun yok. Bu tip terimlerden kurtulmak, bunları doğru yöne yönlendirmek aslında çok kolaydır. Ya da yaratıcılık teriminin kullanılmaması bizim işimize bile gelebilir. Nedenini de söyleyeyim çünkü remiks kültüründeyiz. Bizim tasavvuf kültüründe bunlarla ilgili çok fazla yazı var. Oturup çok rahat çıkartılabilir ve uygun bağlamlara oturtulabilir. “Sen hiçbir şey yaratmıyorsun, sadece var olanı remiksliyorsun,” diyerek telifi kaldırırım ben bununla. Ve bu da inovasyonu pozitif etkiler. Buradaki ikilem şu: Adam yaratmıyor diyorsun; sonra oradaki tüm kanalları adama bağlıyorsun. Ama bunların hepsi doğru iletişimcilerle rahat rahat çözülür. Türkiye’de bunların hepsi ile iletişim kurabilecek insanlar var. Yazılı kültürümüz olmadığı için, Türk kültürü çok rahat yeniden inşa edilebilen bir yapı. Kültürsüz durumdayız, ama bu bir avantaj aynı zamanda. Bir sürü şeyde görürüz bunu. Çayda mesela. Türk kültürünün ögesi zannedilen şeylerden biridir. Ya da tavla: Çok iyi olduğumuzu zannederiz, ama ilk yüzde bile değilizdir. Bunun gibi birçok şey olduğu için bunlar çok kolay toparlanabilir.

Bir maker’la bir zanaatkâr bir araya geldiğinde nasıl ilişki kurarlar? Ne derler birbirlerine?

Günümüzün ekonomisinin meslekler üzerinde bir filtre oluşturduğunu düşünüyorum. Yani, ekonomik durumlar kimlerin devam edip edemeyeceğini belirliyor. 1000 tane zanaatkâr varsa bir yerde, bunların 200’ü işini bırakmak zorunda kalacak. 80’lere baktığınızda, uzmanlaşmayanlar işini bırakmak zorunda kalıyordu; adam çalıştıramayanlar, kalfaları olmayanlar, çırakları olmayanlar bırakmak zorunda kalıyorlardı. 2010’a geldiğimizde ise uzmanlaşanlar işini bırakmak zorunda kalmaya başladı. O yüzden eski çok yönlü kalfaların bir kısmının geri dönmesi gerekiyor. “Ben ustayım, sen çıraksın” artık yok. “Hepimiz kalfayız, yan yana takılıyoruz,” var. Bu, klasik zanaatkârın psikolojik geçmişine uygun değil; bu kişi başaramadı zaten. Yani, kalfalıkta kalmak isteyen, usta olmak istemeyen, yirmi tane şeyin kalfası olmak isteyen kişiyi 80’lerde, 90’larda attık işten. Şimdi tekrar onlar gelecek. Muhtemel olay o. Çok büyük ustalar, iletişim ve eğitim metodu olarak “whiplash” tarzı metotlar kullanmışlar. O ekol bitti; yani var, ama çok az. Yaşayacak tabi, tümden gidemez, ama siyah beyaz fotoğraf gibi. Bu devirde yeni şey ise, kalfalar örgütlenmesi. Bir sürü çırak ve kalfa örgütlenmesi var, ama usta örgütlenmesi yok. Burası da öyle; bir tür yeni zanaatkâr örgütlenmesi gibi. Bir sürü kişi var, bir sürü şey yapıyor.

Zanaat kocaman bir şey aslında ve hissettiğimiz o ki, şöyle bir yukarıdan aşağıya şu ikisine de baktığımızda, bunların birbirlerine dokunan iç içe geçmiş – tanımları bir yana bırakırsak- benzer hevesleri olan, benzer sonuçlar üreten, hatayı sevmeyi de malzemeyi de bilen; bu gibi birçok benzerlikleri var. Bunlara zanaatı ustalıkla sıkıştırmadan bakarsak; bu ikisi karşılaşırsa ne konuşur? Nasıl bir ilişki kurar? Hani biz bir şey yaratmıyoruz dedin ya; maker hareketinin de kökünde bir yerde zanaatın da bir harcı olsa gerek. Dolayısıyla, zanaatın ölümü ayrı bir mevzu olarak saklı kalmak kaydıyla, onu bu tarafa iten ve onu da ikâme eden bir hâl midir bu maker hareketi?

Diyelim ki, 20 yaşında bir çocuk “ben maker’ım” dedi ve bir yere gitti; orada da bir zanaatkâr var. O zanaatkâr maker’a, “tanışalım bir şeyler yapalım” der mi? Biraz zor. Zanaatkârlar daha elitist, daha klasik. Satranç ustaları gibi. Maker’lar ise biraz tavlacı gibi. Tavla ustaları, dünya şampiyonları egoları düşük tiplerdir. Çünkü yenilirler. Pokerciler de öyledir. Normal bir şeydir yenilmek bu oyunlarda. Satranç ustaları ise yenilmezler. Egoları çok yüksektir satranç ustalarının. O yüzden maker’ların zanaatkârları reddettiğini düşünmüyorum. Ama zanaatkârlar, maker’ların onlara gelmesini istiyor gibi. Yani ustalık bizde, “bize gelin” tavrı olabilir; maker da çok ona gelmez. Dolayısıyla orada bu duruma iyi bakmak lazım. Ben bir zanaatkâr olsam, benim karakterimde biri, çocuklar “biz bir şey üretiyoruz” derlerse atlar giderim yani. Böyle zanaatkârlar da var. Zaten onlar direkt dahil oluyorlar. Artun Usta mesela. Git ustaya, “ben bir şeyler yapıyorum” de, sana üç saat anlatır. Bir sürü kişi var böyle. Onların yeri ayrı.

Bu egoyu yapısal bir mevzu olarak görür müsün?

Parçası var tabi bir şekilde…

Bir tane zanaatkâr geliyor gözümün önüne, “şundan yapmak istiyoruz” diyoruz, çiziyoruz, konuşuyoruz, o kadar güzel tarif ediyoruz ki en güzel aşk tarifi gibi, anlatıyoruz…. Nasıl yapacağız bunu? Sonunda hangi malzemeden olacak bu? Ama bir tane çıkartalım, önümüze bir koyalım, iş değişiyor. Eskiden hiçbir şekilde göremiyorduk tam ölçüsünü. Bugünlerde epeyce yaşlı olan bu ustaların yanına, senin çıraklardan birisinin “sen şu çizimi ver hele, ben şunun prototipini bir yapayım” demesi, bu ego meselesinin yapısal olmayan bunun çözümü olabilir mi aslında?

Evet evet; çözümler var. Bir sürü ortak yol var. Birbirinden farklı bir sürü ortak yol var. Ama şurada bir sorun da var: Hiçbir berberin berberlikle ilgili bir video izlemediği bir toplumda yaşıyoruz. Ben berberlik kitabı okuyan bir berberle tanışmadım henüz. Burada bir gariplik var. Kimse üzerine alınmasın ama, “ben ustayım” diyen adamın ustalığının yüzde seksenini ben üç ayda öğrenirim. Bu, kaynaklara ulaşmakla ilgili bir mesele. Kalan yüzde yirmiyi hiçbir zaman öğrenemem bu arada. Pareto Prensibi[2] gibi aslında. Çok net geçerli ve bu devirde, daha da agresif durumda. Örneğin, bir arkadaşım kafe açmaya karar verdi. Bu adam normal bir adamdı; bilgisayar mühendisliği okumuş, yurt dışında yüksel lisans yapmış, matematik dersleri veren, çevirmenlik yapan birisi. “Kafe açacağız” dedi; gitti on tane kafe kitabı aldı; kafe açmış insanların hayat hikayelerini aldı okudu. Sonra da canavar gibi kafeyi açtı ve tıkır tıkır işledi işleri. Bundan bahsediyorum. Bu yeni kültürdeki kişiler farklı. Esnafı gözlemlemeyi de öğreniyor mesela. O da bir beceri; usta var orada. İyi gözlemleme ile öğreniliyor. Hangi zanaatkârlar işi bıraktı; kimler kaldı, hangi becerileri istiyorlardı sorusu var. Bir sürü doğru zanaatkâr hayatta kalmış olabilir, ama çoğunluğunun doğru olmadığını biliyoruz.

Tanıdığım hakiki bir usta, sözünü ettiğin dönüşüm zamanlarından birinde, “doğru, dengede duran devasa bir elbise dolabı yapmayı beceremeyen marangoz kapansın,” demişti. İşini iyi yapmaya, iyi yapanın bir yolunu bulacağına vurguydu bu. Bu, elbette zorlu bir şey zanaat için. Ama burada suya akılıp kaybolan, elinden tutulup başka bir şeye dönüşebilecek olan, bu bilgiyi transfer edebilecek olan ustalar da olmuştur. Mesela, malzeme bilgisi zanaatkâr için ve zanaat için devasa bir bilgidir. Şimdi malzeme bilgisi maker için de hayati. Bu da bir ilişki alanı olabilecekken bu ilişkisizlik çok hoyratça değil mi?

Bilgiye ulaşma becerisi, bilgiden daha önemli şu an. Ama şimdi de şöyle bir sorun var: Bilgiye henüz dijital yöntemlerle ulaşıyoruz. Dolayısıyla, malzeme bilgisi genelde internette yok. Çok az var yani. Bunu anlatmak zor bir şey. Malzeme bilgisi, malzemenin içinde saklı. Malzemeyi birine öğretemezsiniz; sadece birkaç teknik öğretebilirsiniz. Çocuğun öğrenmesinin yüzde onu bile değildir o teknikler. Ancak internetten hayat kurtaran şeyler izleyebilirsiniz. Mesela ben “primitive technology” diye bir kanal takip ediyorum Youtube’da. Müziği yok, konuşması yok. Doğada bir şeyler yapıyor; deniyor, kullanıyor, test ediyor, onda ustalaşıyor falan. Zanaatkârlara sormak lazım belki bunları. Zanaatkâr profilindeki insanların çok iyileri ile çalışabiliyorum; çok kötüleriyle çalışıyorum; ama aradakilerle çalışamıyorum diyebilirim genel olarak. Benim kişisel gözlemim bu. Amatörler iyi; çünkü zaten hiçbir egoları yok. Bir sorun yaratmıyorlar ve beraber bulmaya çalışıyoruz. Çok ustalar zaten benim ne dediğimi anlıyor, benle oyun oynuyor, eğleniyor falan; ben de onun o ustalığını görüyorum. Sadece ona doğru yaklaşmam, dertlerimi doğru anlatmam gerekiyor. Çünkü bizim istediğimiz şeyler genelde standart şeyler değil. Bir kısmı bizi sevmiyor zaten; ticaretleştirmiş olanlar sevmiyor. Onun için zaman kaybı zaten yeni bir şey anlamak. Ama muhabbeti sevenler, kültüre önem verenler seviyor. Zanaatkâr kültüre önem vermeyebilir çünkü. “Bilgini gizle” Türkiye’de hala çok yaygın. Bilgisini gizleyen bir zanaatkârla da benim işim olamaz. İş yaparım onla belki de, muhabbet etmem.

Maker eğitim hareketi; kişisel olarak, ‘bu benim başıma geldi’ dediğiniz ve hayatınızdaki yerini sınırladığınız model, eğitim ve modeliniz hakkında: Çocuklara özel bir önem atfetmek harika görünüyor. Maker hareketi kapsamını, içeriklerini çocukların eğitiminde (konuşmanızda kimseyi eğitmeyin dediğiniz bağlamı da dikkate alarak) bir model olarak mı ele alırsınız; yoksa maker hareketi ve barındırdıklarını çocuk eğitimi için kullanışlı olarak mı görürsünüz? Her iki seçeneği de saklı tutarsak, kişisel olarak hangisi daha öndedir sizin için?

Deneyimim var. Eğitimle çok erken tanıştım. On yaşında filan özel ders vermeye başladım. Sonra 14-15 yaşlarında bunu biraz düzenli hâle getirdim. 18 ile 25 arasında tamamen özel derslerle geçindim diyebilirim. Sonra, üniversitede hoca oldum. Sevmiyorum aslında eğitimi o kadar. Çünkü eğitime inanmıyorum, çok ciddi problemleri var eğitimin.

Bununla ilgili modelde, dünyada pek bir şey yok. Daha önce yaptığım bir konuşmada şunu anlatmaya çalışıyordum: Devlet bunu yapmayacak, şirket bunu yapmayacak; oturup kendi kendimize çözelim kardeşim. Ücretsiz şey, en kaliteli şey. Üzgünüm; artık böyle bir devirdeyiz. Para ile çok iyi bir şey satın alamıyorsun. Maker ile eğitimi tek başına yorumlamak abes. Eğitim bilimcilerin bir sürü teknikleri, metodolojisi var; onları algılamadan bunları algılamak imkansız. Maker sadece bu işin teknolojik tarafında duruyor. Biz onu öyle uygulamıyoruz o ayrı konu. Biz uygulamalarımızda, Coderdojo yaptığımızda da farklı metotlar izliyoruz. Biz sanatı her zaman işin içine katıyoruz. Maker kavramında sanattan pek bahsedilmez. Biz çocuklara takıntılarının peşinden gitmeyi öğretiyoruz. İnsanların beklentilerinin peşinden gitmek, piyasanın beklentilerinin peşinden gitmekle, bunlar arasındaki farkları anlatmaya çalışıyoruz. “Eğer kişisel takıntılarının peşinden gidersen bu, sanata daha yakın bir şey olabilir,” diyoruz. Ya da “çıktısını net hissedemediğin şeyler sanata daha yakın olabilir” diyorum. Çıktısını net hissediyorsan biraz daha tasarıma, mühendisliğe yakın olabilir. Başkalarının ihtiyacı üzerinden tanımlıyorsan tasarıma daha yakındır gibi, genel dünya algısına dair şeyler öğretiyoruz. Mesela maker hareketi bunların hiçbirine cevap arama derdinde değil normalde. Bakış açısı şöyle: kişi kendi çözsün, “uğraşma sen” diyor. Topluluğunu kursun, ilerlesin diyor. Üç yaşında bir çocuğa bunu söyleyemiyorsun; bir mekân tasarlamak zorunda kalıyorsun. Orada başka pedagojiler devreye giriyor. Waldorf okulları giriyor, diğer anaokulu teorileri giriyor.

Biz, Moda’da, şu anda Başka Bir Okul Mümkün (BBOM) çatısı altında eğitim kooperatifi kurduk. Kendimize anaokulu açtık; ismi Koşan Kaplumbağalar. Çocuklar koydu adını. BBOM Moda olarak geçiyor. Üç yaşında bir çocuğa programlama nasıl öğretilir meselesini konuşuyoruz okulda. Doğru yanlış oyunu oynuyoruz, sıcak soğuk oynuyoruz, tahmin oynuyoruz. Biraz büyüdükçe, sessiz sinema oynuyoruz. Çocukların, ölçme değerlendirme becerilerini artırıyoruz. Kıyaslama, mantık silsilesi kurma, yağmur yağarsa ne yaparım, yağmur yağar ve bir de bilmem ne olursa ne yaparım gibi cümleler kurduruyoruz. Bu, eğitimin bir tarafı. Lâkin, bir şeylerin ipuçlarını veriyor. Paradigma değişikliğine dair güzel şeyler gösterdiği için eğitimle ilgili ciddi ipuçları içeriyor. Bu hikayeye şuradan bakabilirsiniz: MIT’nin Kindergarten Lab’ı var. Scratch’in çıktığı yer orası. Makey Makey’in çıktığı yer. Bunlar maker hareketinin parçaları, kodlama hareketinin parçaları. Bu adamlar 19. yüzyıldaki holistik[3] eğitim modellerine takıntılı tipler. Bu, kalitatif görüşmelerle ölçümlemeyi öneren bir ekol. Birkaç kişi daha var bu ekolden, başka üniversitelerden. Kantitatif ölçümlere girmeyen çok fazla. Amerika’nın 20.yüzyılda benimsemediği taraf. Orada, ana okullarını liseye benzeteceğimize, liseleri ana okullarına benzetmemiz lazım lafı geçiyor. Bu yüzden orada, genel olarak eğitim metodolojisine dair ipuçları var. Bunları bir şekilde birleştirmek lazım. Mesela, Başka Bir Okul Mümkün’de de dört eksen var: Alternatif eğitim,  demokrasi,  özgür finansman ve ekoloji. Teknoloji yok. Teknoloji ile ilgili hiçbir söylem yok. Bu dördü biraz daha teknoloji karşıtı gibi duruyor, ama tam da belli değil pozisyonu gibi. Halbuki ekoloji, baktığımızda teknoloji karşıtı değil, teknolojiyi doğru kullanan bir şey. Biz de çocuklarla “teknoloji seni yönetmesin, sen teknolojiye hakim ol,” diyoruz. Çünkü o zaman araçsallaştırabiliyorsun; o zaman o seni araç hâline getirmiyor. Yapılması gereken bir sürü şey var. Farkındayım; hala tereddütlerim var, ama şunu düşünüyorum:  1 yaşından 50 yaşına kadar bir okul tasarlayabilir miyim? Okulsuz yaşam ile aynı yere çıkıyor bu aslında.

Bu seni maker eğitim hareketinden biraz taşıran bir şey mi? Taşırıyor mu?

Taşırıyor; çok net. Nasıl “software’den öğrendiklerimizi hardware’de kullanıyoruz” diyorsak, maker hareketinden öğrendiklerimizi de, tekrar doğal yaşam becerilerinde kullanıyoruz. Maker hareketi biraz daha teknoloji odaklı. Ben şahsen öyle biri değilim. Beni teknolojiyle ilgili biri zannederler. Ben, ihtiyacım olmasa, anında cep telefonunu, bilgisayarı filan bırakırım.

Bir düzeyde, tasarım düşünürü gibi bir kavramla tanımlar mısın kendini?

Tasarımla hiç tanımlamıyorum yıllardır. Sebebi de şu: Tasarımı ben iş hayatında kullanıldığı anlamda kullanıyorum. Tasarım, sahada başkasının problemini çözmektir.

Tasarımın son dönemdeki yayılmacılığına bulaşmıyorsun yani?

Evet, aynen öyle. Tasarım, sanattan kendini bu söylemle, pragmatist olmakla ayırıyor. O yüzden ben sanata daha yakın tutuyorum kendimi. Çünkü ben obsesif olmakla daha barışığım. Kendime tasarlıyorum yani. Tasarım tabii ki büyük bir terim; ama tasarımı sanattan ayıran şey başkalarının problemlerine talip olmasıdır. Yani, sanat benim için orada önemli. Obsesyon, kendin için üretme… Tasarım, sanatın sonucunda çıkan bir çıktının halka uyarlanması olabiliyor. Tasarım süreçleri önemli.

Bu ikiliye bir de zanaatı eklesek? Yani, bu üçünün ilişkisi bir yandan da çok fazla muğlaklık barındırıyor. Birbirleriyle çatışıyorlar, dövüşüyorlar, kavga ediyorlar, uzlaşıyorlar, birbirlerinin alanlarına giriyorlar, çıkıyorlar…

Sanat ve tasarım teorik, zanaat ise pratik bir alan. Tasarıma pratik dersek hata yapmış olabiliriz. Pratikliği var da… Zanaat, malzemeden bir şey öğrenmeyle, sokaktan bir şey öğrenmeyle zanaat. Mesela, zanaatla saha uygulamasını daha yakın tutarım.

Burada tasarımın da aslında sahaya ve sokağa dokunmak zorunluluğu bizi o sorudaki ilişki alanlarına götürür mü?

Sanatçı ile tasarımcının ayrıldığı döneme dönelim. 20. yüzyılın başı gibi… Mimarların işsiz kalması ve sonra tasarım diye bir kavram üretmesi dersek, herhalde çok yanlış olmaz.

İşsiz mimarlar dünya tarihini dönüştüren insanlardır. Bu alanların çoğu mimarlığa dayanıyor. Mühendislerin saldırısı sonucu işsiz kalınca, felsefeye filan bulaşıp onları oturtuyorlar. Benim eğitim aldığım eğitim verdiğim alanların tamamı mimarlıktan çıkmadır. 50 yıl öncesinde olsaydı ben bunları mimarlık fakültesinde anlatıyor olurdum. Şu an oradan çıktı tabi olaylar ama, mesela tasarım parametriktir. Hala mimarların bu konularda deli gibi makaleleri kitapları var; tasarımcıların yok. Mesela algoritmik tasarım mimarlık okullarında daha çok okutulur, mimarların daha çok yaptığı ödevlerdendir. Mimarları şu açıdan severim ben: Holistik bir şekilde kalabilmiş, 20. yüzyılı atlatabilmiş ender disiplinlerden biridir mimarlık. Holistiktir; yani, ne olduğu belli değildir ve kimse buna bir şey diyemez. Bu akıllı insanlar oraları tutarlar; laf ettirmezler, korurlar. Holistik olarak ayakta kalırlar. Günümüzdeki mimar profili daha zayıf tabii ki, pek de holistik değiller. Mimarlık öğrencilerine, “bana yüz tane hobinizi kağıda yazın” desen üçüncüde dururlar. Bu bir sorun. Kendime o yüzden tasarımcı demeyeceğim; ondan çekiniyorum. Tasarımı yıllardır profesyonel olarak yaptığım için çekiniyorum. Eğitime geri dönersek ise, baştan bir eğitim modeli tasarlamak gerektiği net. Bütüncül, eklenti olmayan bir model. Baya bir süredir aklımda benim, böyle komple bir okul açmak, bütün tanımları birbirine karıştırmak. İş mi yapıyoruz, sanat mı, tasarım mı, hiç belli değil, ama herkes keyif alıyor; para da kazanıyoruz. Bütün fırsatlarımız da var gibi. “Çok kazanmıyoruz, ama çok keyif alıyoruz” gibi bir okul, bir yaşama alanı yaratmak gerekliliği kesin. Çocukları o eklektik yapıdan kurtarmak gerekiyor. Çünkü müfredat kalmadı artık. Var tabii ki, abartıyorum da, gücünü azaltmak lazım müfredatın.

Zanaat, sanat, tasarımdan devam edersek… 

Zanaatı malzemeyle, sanatı obsesyonla tanımlıyorum. Sanatta da zanaatkâr gibi davranan bir sürü insan var. Ressamların birçoğu zanaatkâr gibi davranıyor; sanatçı gibi davranmıyor. Malzeme ilişkisini derliyor. Heykeltıraşlarda da buna çok rastlanıyor. Bunlar tabii ki karışık alanlar.

Bu zamanla mı karıştı; yoksa hep mi karışıktı?

Hep karışıktı; şimdi bu karışıklık biraz daha azaldı. Kavramsal sanatın gelmesinden sonra, malzeme sanattan çekilmeye başladı. Malzeme durabilir de; ama malzemenin etkisi çekilmeye başladı. Bir sürü sanatçı gidip işlerini ustalara yaptırtıyor. Bu var yani; anormal de karşılanmıyor. Benim sevdiğim bir şey mi? Hayır. Hiç sevmediğim bir şey. Ben kavramsal sanat yapıyorum ve malzemeyi ben kullanıyorum aslında. Kendi malzememi kendim buluyorum. Sebebim, derdim başka benim. Çünkü malzeme hakimiyetinin, öyle dışarıdan anlaşılabilen bir şey olduğuna inanmıyorum.

İfadeye dair bir olanak da getiriyor mu malzeme?

Tabii ki. Orada büyü var. Ben, Deniz Yılmaz’ı teorik bir iş olarak yapsam hiç öyle bir etki yapmayacaktı. Kağıda yazı yazıyor arkadaş. Ben bunun hiç önemli olacağını düşünmemiştim. Zorunluluktan yaptım. Aklıma insanların mail atabileceği gelmemişti. Gerçekten, mail atıyorlarmış. İnsanlar yazı yazıyor zannettiğim için, bir hatayla “yazı yazan bir makina yapmam lazım,” dedim. Çok korktum yapamamaktan ama üç gün civarı sürdü çözmem; çok uzun sürmedi. Bu da eserin önemli bir özelliği oldu çünkü yazı yazdırmıyormuş kimse makinaya; o çok absürtmüş mesela. Çok etkileyici görünüyor. Bir CNC makinası insan gibi karşınızda yazı yazınca, izliyorsunuz şaşkınlıkla. Etkileyiciydi orası. Malzeme böyle bir şey. Malzeme seni alıp çeviriyor. Kötü yanı ise şu: Konunu da değiştiriyor. Hâkim olmadığım için, istemiyorum. İstemediğim bir şey aslında. ben onun yazısıyla ünlenmesini istemiyorum ki! Ben orada kavramsal bir iş yapıyorum. O yüzden bana gol de atıyor; bu da sevdiğim tarafı.

Bir dahaki projede bunu dikkate almanı getiriyor mu?

Tabii. Mesela, bir buçuk yıldır süper kavramsal bir proje ile, çoban ile uğraşıyorum. Kafamda hala. Fiziksel bir tarafı var, ama çok güzel gizliyor kendini. Yazılım insanlara iş yaptırtıyor. Bir sanatçı. “Sanatçılar da artık tasarımcılar gibi disiplinli olmalı, ne zaman teslim edecekleri bilinmeli”, koleksiyonerler böyle yazılar yazıyorlar. Ben çok gülüyorum. Sanat öyle bir şey değil. Patlar yani. Tasarım bienalinde çağırdılar beni; “ben tasarım yapmıyorum,” dedim. “Zaten biz de tasarım yapmıyoruz,” dediler. “Peki,” dedim. Çobanı sergiledim; çalışmadı. Yapamadım işi. Başaramadım. Bir şey koydum; kimse de anlamamış zaten. Sıyrıldım aradan yani. Sanat gerçekten böyle bir şey. Çalışmaması çok normal. En deneysel alandan bahsediyoruz. Orada da deney yapmayacaksam ben…

Yanı sıra, obsesif olmak dışında rehber de yok…

Tabii. yok. Hedef muallak ve sezgisel. Tamamen sezgisel. Zaten sezgisel olmasa, yüzlerce kez yapılmış olur. Yapılmasında bir sorun yok da, öyle bir etki yaratamaz. Sezgisel olmayan bir şeyin sanatta çok şansı yok. Tasarımda çok şansı var. Tasarımda düşünülmüş olması, mimaride düşünülmüş olması, çok şansı var demektir. Sanatta böyle bir şansı yok. Güzel bir eser yaparsın ancak.

Bu, zanaatkârın malzemeyle ilgili sezgisel serüvenine de benzer mi?

Zanaatkara göre değişir, ben deneysel kelimesini tercih ediyorum kendimi tanımlarken. Ucuz bir kelimedir, ama iyidir. “Başarma kaygısı yaşamıyorum”u verir. “Robota şiir yazdırdım” deyince, insanlar “robotlar da şiir yazmasın bari” diye tepki veriyorlar. Ben yazsın istemiyorum ki; ama yazdırttım yine de. İkisi çok farklı şeyler benim için. Birisi, “sen gerçekten robotların iyi şiir yazabileceğini düşünüyor musun,” dedi fuarda. “Hayır, yahu, saçmalamayın,” dedim. Şiir öyle bir şey değil ki! Sen adamın nerede, ne zaman, niye yazdığıyla filan ilgileniyorsun. Hapiste mi yazdı bu şiiri, başına bir şey mi geldi, eşiyle mi ayrıldı, ne oldu diye… Şiir çok başka bir şey.

İyi şair diye takip ettiğim insanların bir kısmı bana geldi teşekkür etmek için; konuşmak için. Ben çok mutlu oldum. Onlar işin esprisini anladılar. Bu iş eğlenceli. Böyle bir düşünce pratiği yaratan, biraz provoke eden, kafa karıştıran, pislik yapan bir iş. İyi şairlerin hiçbiri etkilenmedi. “Aman ne güzel, eğlenceli bir iş yapmışsın, biz de şunu yaptık” diye kendilerinden hikâyeler anlattılar. Franko Buskas, Efe Murad gibi 2000 yılı sonrası, yapı-bozumcu, kelimelerle, anlamlarla oynayan şairler. Benim hayran olduğum şairler. Mesele onların bunlarla ilgili bir şey kurmaları, bana yazı yollamaları. Biri derste göstermiş mesela. Dalga geçmek için bile olsa çok güzel. Deniz Yılmaz -şu ana kadar benim duyduğum- yirmi civarı farklı derste gösterilmiş bir sürü farklı üniversitede. Çok acayiptir, nörolog birisi de gösteriyor beyinden bahsederken, mühendis de gösteriyor, tasarımcı da gösteriyor. Güzel; çünkü bizim sanat üretiminde böyle kafa açan, problem yaratan, bir şey konuşmaya sebep veren ve Türkiye’de üretilmiş, bu kültürle ilgili materyallere ihtiyacımız var. Çünkü öbür türlü, hep Dada’yı anlatıyorum, Fluxus’u anlatıyorum; yok o bunu yapmış, bu şunu yapmış… Böyle tamamen dışsal oluyor. Bir amatör grup vardı, adlarını hatırlamıyorum, güvenlik kameralarına performans yapıyorlardı. Çok komik, çok acayip, çok bizdendi. Bir güvenlik kamerası bulup, orada baya baya bir tiyatro gösterisi yapıyorlardı. On dakika sonra da tamamlayıp gidiyorlardı.

Son sorumuzu yine zanaat, sanat, tasarımla ve maker hareketiyle bağlayalım. Maker hareketi zanaat, sanat ve tasarımın alanlarına talip midir?

Sanatın tekniğine talip. Yeni-medya sanatında teknik çok önemli. Zanaata altyapı oluşturmaya, yeni zanaatkârın altyapısı olmaya talip. Zanaatkâr olmaya talip değil. Maker alanı daha çok bir altyapı hareketi aslında. O yüzden zanaatkâr yetişme olasılığını arttırabilecek bir şey. Bunun örneklerini görüyoruz. Dokuz yaşında bir çocuk bana bir mail atıp, “abi robotum çalışmıyor baksana,” dediği zaman hoşuma gidiyor. Sumo robotu yapmış, baya ciddi, kodunu filan da yazmış. Deli yani. “Bu ürünü kullandım, çünkü bu daha açık donanım[4],” diyebiliyor. Kültürel tarafını da biliyor. Altyapıya talip. Tasarımın ise, bir sürü alanını yok edecektir. Tasarımın profesyonelliğini yok edip amatörleştirecektir. Ama zaten tasarım bunu çok yaşadı. Web tasarımı mesela. Önce yoktu; sonra web diye bir şey çıktı. Web tasarımı başta çok zordu; kolaylaştı. En son içerik editörü ve grafikere döndü.

Bu sorumuzun zanaatın kendi tarihsel süreci, edindiği yerle ilgili bir alt metni var aslında. Tasarımın, “aslında reel bir iş yapıyoruz biz, sebebimiz var, onun için yapıyoruz” demesi; akılla, salt akılla dolu olması ile ilgili. Son Tasarım Bienalinde bu mevzu gündemimize geldi. Balta taşını, ayak izini bir tasarım olarak nitelemenin, bütün insanlığın var oluşundan bu yana ürettiği her şey bir tasarım ürünü olarak nitelendirmenin izdüşümleri ya da sonuçlarına ilişkin ne dersin? Tasarımın kendine biçtiği bütüne dair bir egemenlik alanı inşa etmek derdi olduğu gibi bir kanaatimiz var. Buna benzer biçimde, maker hareketi de kapsadığı, dokunduğu, ilişki kurduğu, ürettiği alanlar ve gücü itibarı ile, yeni dünyadan gelen bir akım olarak acaba talip olduğu alanların sınırlarını genişletmek ister mi; genişletir mi?

Aslında yapay bir şey tasarım; yani, tasarım dediğimiz şey insan yapımı. Ama yapay sanatta çok garip şeyler var. İnsan ürünü, yapımı olan her şey tasarım mı?

Hani “paint by numbers” diye bir şey vardı ya, sayılara göre boyayarak resim yapılırdı; maker hareketi bunun gibi bir şey. Kolaylaştırıyor; amacı yok etmek değil. Altyapı oluşturmak, kolaylaştırmak, yaygınlaştırmak amacı. Elitizme karşı bir şey. Ama elitizmi illa kavramsal elitizm olarak düşünmeyin. Ticarî elitizm de aynı zamanda. Köşe başını tutmak da var bunda, dağıtımdaki elitizm de var, tekelcilik de var. Mesela, ben gidiyorum üniversiteye, Bursa Uludağ Üniversitesi’ndeki Bio-fizik hocasıyla konuşuyorum. Adam bayağı kafası açık, tatlı birisi; bio-fizik profesörü. İki tane video atıyorum; şaşkınlıkla karşılıyor. “Mikro sıvılar için şunları yapabilirsin,” diyorum; onları atıyorum. “Yahu, biz bunları 100 bin dolarlık makinalarda yapıyoruz; nasıl yapıyorlar böyle 200 liraya,” diyor. İşi iyi bilen biri, o makinanın hata payını biliyor. “Makinayı üreten kişinin bir bildiği vardır,” demiyor. “Bu iş bununla yapılmaz,” demiyor. Bildiği için, “bunun hata payını ölçebiliriz ve bu iyidir” sonucunu çıkartabiliyor. Maker hareketi, paradigmayı bir üst seviyeye çekerek, var olan paradigmadaki şeyleri basitleştiriyor. Hareketi böyle ele almamız lazım. O zaman pozitifliği, haddi ortaya çıkıyor. Tasarım buralarda hadsizlik yapıyor. Tasarım, bunun kavramsal tarafı, toplumsal dönüşümünden çok bahsetmiyor.

Bahsederse kendini yok edecek bir şeye de dönüşebilir mi?

Bahsederse kendini diğerinin içine katabilir; yani, almaya çalışırken yok olabilir. Hep beraber yok olabilirler ve bu aslında iyi bir şey. Doğru; tasarımı yok edebiliriz. Sanatı da yok edebiliriz.

Sanat da benzer bir koruma kalkanı talep ediyor mu?

Yirminci yüzyılda kavramlar savaştı. Zaten, sanat dediğimiz şey, on dokuzuncu yüzyılda var mıydı ki? Kendimizi kandırıyoruz. 19. yüzyılda, sanat kelimesini dünyada kullanan bir milyon kişi yoktu herhalde. Birçok dilde yoktu böyle bir kelime.

Maker hareketi içinde yer alanlar, maker olanlar, zanaatkârlar, sanatçılar, tasarımcılar; özellikle çok yakıcı sorunların olduğu dünyada hiyerarşiyi dert etmeden, telifi ve takdiri hakça bölüşmeyi kabul ettikleri bir arkadaşlık içinde değer üretme kapasiteleri gelişebilir mi sence peki?

Maker oradan geliyor zaten. Maker kültürü, bu dediğin öğeleri içermiyorsa hastalıklı bir kültürdür; yanlış anlaşılmıştır. İçermediği çok örnek de var; yok değil. Avrupa’da bile maker fuarları, büyük markaların satış alanlarına dönüşmüş durumda. Bizim, hacker kültürü ve maker kültürü içinden gelen, bu işin sosyetesinin içindeki insanlar olarak yaptığımız da bu zaten. Biz maker’ı önde tutuyoruz. Ama diğerlerinde de buna dair dönüşümleri görüyoruz. Eğitim sistemi bu dediğin şeye refleks verebiliyor. Hala resim bölümleri ayrı, grafik bölümü ayrı mesela. Yeni-medya var, görsel iletişim var, iletişim tasarımı var, tasarım iletişimi var. Hepsi birbirine giren bir sürü bölüm var. Yan yana koymak da önemli bu resmi. Bu dediğin şey galiba zorunlu olarak gerçekleşecek zaten.

“Bütün her şeyi yıkalım” diyoruz; çünkü yeni olanın ne olduğunu bilmediğimiz için bunu diyoruz. 22. yüzyılda bu döneme dönüp baktıklarında, “şunu inşa etmişler, her şeyi yıkmamışlar,” diyecekler. Yeni nesle bakıyorsun; “bunların hiç bir şeye saygısı yok, ahlakı yok, kendilerine ve topluma saygıları yok,” diyorsun. Öte yandan yeni nesil üzerine yapılan araştırmalar var: onlar esas kendilerini saygılı görüyor, saygılı olarak tanımlıyorlar. Kendilerinin, insanlara değer verdiklerini düşünüyorlar. Çok önemli bir söz vardır, sahibini hatırlayamadım şimdi: Savaşlar, ülkeler ve dinler arasında değildir; savaşlar nesiller arasındadır. Buna benziyor biraz durum. Her şeyin yıkıldığını filan zannetmiyorum; sadece, 21.yüzyılın dayattığı uzmanlaşmaların başka bir perspektif ile tekrar tanımlanması gerektiğini düşünüyorum. Dönecek olursak, sanat kelimesinin dünyada, kültürde belki 150 yıllık geçmişi varken, biz çocuklara öyle anlatmıyoruz. Ne diyoruz? Mağara resmine kadar götürüyoruz. Tarihi yazıyoruz yani. Reel olarak baktığında, uydurma bu tarih. Etimolojisini araştıralım; bakalım kaç yerde sanat kelimesi geçmiş; hangi dillerde varmış? Bildiğim kadarıyla Japoncada hala yok bu kelime. İthal belki; bir sürü dilde yok. Japonlar mesela iyi bu konuda. Uzak Doğu’da çok ilginç şeyler var; daha holistikler. Bazı dönemleri yaşamamışlar. O yüzden mesela, Japon sanatçıları takip ediyorum. Maywa Denki benim hayran olduğum sanatçılardan biri. Adamın ne olduğu belli değil. Adı bile, “Osman Elektronik” gibi bir şey. Bir yandan da Türkiye’de promosyon ürünleri satan web sayfaları var ya; oralarda adamın yaptığı sanat eserinin ufaklarını görüyorum. Çok saçma, değil mi? Absürt bir şey. Mesela bir müzik aleti yapıyor; ciddiyetle anlatıyor, oradan başka yerlere gidiyor. Holistik bir yapı var orada. Tekrar o terminolojiye dönüyoruz; Rönesans’taki terminolojiye. Ben çocuklara Da Vinci’yi şöyle anlatıyorum mesela: “Da Vinci ne ile ünlü” dediğim zaman biri resim diyor, biri heykel diyor. Halbuki Da Vinci dalak ameliyatı yapıyormuş; askeriyede çalışmış, askeri silah tasarlamış; fıkra anlatmasıyla ünlüymüş; kendi gibi beş kişiyi omuzlarında taşıyabiliyormuş…

Osmanlı kültüründe hezarfen diye ifade bulan, bir sürü ilme sahip olma hâli… Başta “Rönesans insanına geri dönüş” olarak tanımladığın şeye mi denk geliyor?

Aynen, bunlar yeni şeyler değil; zaten vardı. 20. yüzyıl bunu reddetti; uzmanlıklar yarattı. Rönesans’a geri dönecek miyiz? Geri döneceğimiz filan yok. 20. yüzyılda uzmanlıklar aşırı derecede ileriye gitti ve uzmanlıklar-arası iletişim azaldı. 21. yüzyılda ise bu görüldü. Hafif bir yıkım ve tekrar iletişim içerisindeyiz yani.

[1] Üçüncü mekân kavramı, ev ve iş/okul dışındaki sosyal alanlar için kullanılıyor – Bager Akbay notu.

[2] Pareto prensibine göre sonuçların %80’ini sebeplerin %20’sinden kaynaklanır – Bager Akbay notu.

[3] Holistik: Bütüncül, parça ile değil bütün ile ilgilenme durumu – Bager Akbay notu.

[4] Açık Donanım: Herkesin kullanımına açık olarak tasarlanmış, telif müsaadeli donanımdır – Bager Akbay notu.

 


Bager Akbay

Bager Akbay, erken yaşta pozitif bilimlerle uğraşmaya başladı. 1991 yılında Atatürk Fen Lisesinde, yüksek matematik ve programlama ile dolu üç yılın ardından kazandığı eğitim bursu sayesinde bir sene Tokyo’da okudu. İstanbul’a döndükten sonra İTÜ Matematik Mühendisliği’ne girdi. Linux ile tanıştığı okulunda, bir yandan güvenlik, ağ ve programlama üzerine çalışırken bir yandan Kara Tiyatro adlı amatör bir tiyatro grubunda oyunculuk yapmaya ve kukla oynatmaya başladı. Tiyatro deneyiminin verdiği güç ile, okulu bırakıp tasarım okumak için, Yıldız Teknik Üniversitesi’ne geçti. Programlama ile tasarımın ilişkisini keşfettiği bu yıllarda sektöre atıldı ve bir çok ajans için etkileşimli içerikler üretmeye başladı. Mezun olur olmaz, kendi bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. 4 yıllık eğitimcilik deneyiminin ardından, Avusturya’ya dijital sanat okumaya gitti. Fiziksel etkileşim, yapay zeka ve sanat üzerine bir çok çalışma yaptı. Kızının doğumu vesilesiyle Türkiye’ye döndü ve eğitimcilik kariyerine devam etme kararı aldı. 4 sene boyunca, eğitimciliğin yanı sıra, sanat ve danışmanlık yaptı. Yoğun bir dönemin ardından yerel biri olmaya karar verdi ve Kadıköy Yeldeğimeni’nde, projelerini hayata geçirebilmek için arkadaşlarıyla beraber bir atölye açtı.

bagerakbay.com | iskele47.com | Instagram: @bagerakbay | Twitter: @bagerakbay