designinistanbul | söyleşi | sadi tekin: “sanat da, tasarım da birbirlerinin alet edevatlarını kullanıyorlar çoğunlukla ve zaman zaman da aynı koltuğa oturdukları oluyor, aynı anda. zanaat ise sanat ve tasarımın alt yapısını da oluşturabiliyor bazen, çıkış noktası da olabiliyor”
983
post-template-default,single,single-post,postid-983,single-format-standard,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-title-hidden,qode_grid_1300,footer_responsive_adv,qode-content-sidebar-responsive,qode-theme-ver-10.0,wpb-js-composer js-comp-ver-4.12,vc_responsive

söyleşi | sadi tekin: “sanat da, tasarım da birbirlerinin alet edevatlarını kullanıyorlar çoğunlukla ve zaman zaman da aynı koltuğa oturdukları oluyor, aynı anda. zanaat ise sanat ve tasarımın alt yapısını da oluşturabiliyor bazen, çıkış noktası da olabiliyor”

 

Sadi Tekin. Kendisini söyleşide “beş yaşında, meraklı bir oğlan çocuğu”, biyografisinde “sipsi adında hayalî bir kedi ve iki bisiklet babası” olarak tarifleyen, nefis bir arama enerjisi. Sadi Tekin’i designinistanbul mevzuları tarafından izlemenin yanı sıra, politik gündeme eşlik eden kedileri ile de izleyip keyiflenmek; bunların kah sihirli komiklikler, kah bilgiçlik ve bazen de çelebi bir kimlik olarak vücut bulmasına tanıklık etmek de nefis. “Sanatçının, tasarımcının işleri/eylemleri politik midir?” sorumuzu karşılayan; referandum sürecindeki en komik, gezi zekalı işlerden biri olan “bütün mamaların tek kedide toplanmasına hayır”ı hâlâ gülümseyerek hatırlıyoruz.  Söyleşiyi biyografisiyle birlikte sunuyor; Sadi Tekin’e teşekkür ediyoruz. İyi ki varsın.

 

Sevgili Sadi Tekin; öncelikle designinistanbul söyleşilerine katılımınızla değer kattığınız için içten teşekkür ederiz. Bizler, işlerinize ve arkasında yatan bakış açınıza bayılıyor ve sizi merakla takip ediyoruz. Yayımlanmış diğer söyleşilerinizden sizi, “yeniyi keşfetmeye ve üretmeye odaklı”, “yaratıcı, sıra dışı, özgür ve özgün”, “yeni fikirlerden her zaman heyecan duyan”, “yeni yerler, sokaklar, insanlar ve laflar keşfetmek ve gözlemek için harekete geçen” ve “kimimiz için cesaret gerektiren adımları çekinmeden atan bir tasarımcı” olarak tanıyoruz. Tüm bu tanımlamalara, “aynı şeyi yapıp aynı lafları etme”yi günahtan saymanızı da eklediğimizde, kimdir Sadi Tekin ve derdi nedir diye sorsak, bize ne dersiniz?

Öncelikle inceliğiniz ve güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Kısaca 5 yaşında meraklı bir oğlan çocuğu olarak tanımlamam doğru olur sanırım kendimi. Aslında siz de yukarıda güzel bir özet yapmışsınız. “Yeni laflar etmek”; kısaca derdim bu. Tabii bu durum, laflar arası bir göçebeliği beraberinde getiriyor. Bazen diyorum, acaba yeterince vakit geçirmiyor muyum bu cümlede; sonra derken, hemen yeni bir cümle kurma serüveni. Mutlu muyum? Mutluyum. Elimde, bir araya topladığınızda belki anlamlı bir paragraf oluşturmayan bir dolu cümleyle mutluyum.

İllüstratör sıfatınız ve endüstriyel tasarım eğitimi almış olmanız özelinde; çalıştığınız alanların zanaat, sanat ve tasarımla ilişkisini, bu alanlarla kesişen ya da bunlardan farklılaşan yönlerini sorsak…

Hep üzerinde düşündüğüm sorular bunlar benim de. Sanırım biraz içinde yaşadığımız dönemle de alakalı. Her şey giderek hızlanıyor ve sınırlar silikleşiyor. Kümeler daha büyük kesişiyor artık birbirleriyle, disiplinler bütünleşiyor ya da multi-disipliner insanlar çoğalıyor. Sanat ve tasarım için özellikle bunu düşünüyorum. İkisinin de içine birer elimi sokmuş olmaktan belki de. Sanat da, tasarım da birbirlerinin alet edevatlarını kullanıyorlar çoğunlukla ve zaman zaman da aynı koltuğa oturdukları oluyor, aynı anda. Zanaat ise sanat ve tasarımın alt yapısını da oluşturabiliyor bazen, çıkış noktası da olabiliyor. Genel eğilimlerin bu yönde olduğunu gözlemliyorum son zamanlarda.

Farklı disiplinlerin, değerlerin, deneyimlerin, bakış açılarının hatta farklı kuşakların aynı malzemeye, soruna veya diyelim ki bir değer üretimine bir arada, işbirliği ile bakmasında, bir arada çalışarak üretmesinde olumlu bir şey görür müsünüz? Sizin bu türden kolektif işlerle ilgili deneyimleriniz oldu mu?

Görmez olur muyum; oldukça fazla hem de. Farklı bilgilerin, fikirlerin bir araya gelmesiyle ancak çoğalabiliriz; kafalarımız açılır, perspektifimiz genişler. Yaratıcı sürecin en büyük besleyicisidir beraber üretmek. Benim çok heyecan duyduğum yöntemlerden biridir bu işbirlikleri. Fırsat buldukça, elimden geldikçe de yapmaya çalışıyorum. En son mesela, seramik sanatçısı arkadaşım Aylin Bilgiç ile kedi mug’lar yaptık. Sonuç çok neşeli oldu; devam ettirmeyi düşünüyoruz yeni ürünlerle. Yine 3B yazıcılarla bir takım üretimler için bazı işbirliklerinin başındayım bu ara. Sanırım bu sefer daha da büyük bir grupla bu süreç yürüyecek. Bunların hepsi güzel heyecanlar tabii.

Kolektiflik meselesine genel olarak nasıl bakıyorsunuz? Kolektiflikle bir arada çalışmayı birbirinden ayıran unsurların neler olduğunu düşünürsünüz?

Sorunuzu eğer doğru anladıysam; bir arada çalışmanın da kesinlikle bir sinerjisi var tabi, ama kolektiflikteki potansiyel çok daha yüksektir diğerine kıyasla; ne kadar büyük paylaşım, o kadar büyük değer üretimi.

Bu birlikteliği zanaat, sanat ve tasarım özeline indirgesek… Sizce; değer üretimindeki olanakları zanaat, sanat ve tasarımı ortaklaştırabilir mi? Ve bu müştereklik, aynı zamanda zanaat, sanat ve tasarım için ayrı ayrı da yeni söz alanları açma olanağı barındırabilir mi?

İndirgeyelim. Kesinlikle barındırmalı. Teorik açıdan öyle olması gerektiğini düşünüyorum. Yeni bilgiler ediniyorsunuz; yeni tecrübeler ediniyorsunuz; ya da yeni hikayeler dinliyorsunuz. Elbette bunları nasıl kullandığınızla alakalı, ama büyük potansiyeller söz konusu. Tabii yeniliklere açık olmak ve egosal engellere sahip olmamak kaydıyla.

Önceliğini, doğal olarak, kendi mecralarında akmakta gören zanaat, sanat ve tasarımın bir değer üretimi için bir araya gelmesi durumunda, sizce olası çatışma ve uzlaşma alanları ne olabilir?

Sanırım bu soruyu az önce hafifçe cevaplamışım. En büyük çatışma noktası tabii ego, ben {daha iyi} bilirimcilik. Özellikle bu gibi bireysel çalışma pratiklerinde yaygınca görülebilen bir durum ne yazık ki. Farklı fikirlere, tekniklere, çözüm yollarına açık değilseniz iş biraz zorlaşıyor. Uzlaşmak için de derin bir nefes alıp, bu sırada karşı tarafı dinlemek güzel bir çözüm olabilir. Bazen sürpriz sonuçlar elde edilebiliyor bu şekilde. Tabi şununla da alakası var: nasıl bir kombinasyondan bahsediyoruz? Sanatçı – sanatçı işbirliğinin parametreleri farklı; tasarımcı – zanaatkâr birlikteliğinin zorlukları farklı. Ama yukarıda bahsettiğim sorunları sık kullanılanlara ekleyebiliriz bence.

Türkiye ve sizi çevreleyen düşünsel iklimden New York’a gidişinizle birlikte yaratıcılığınızın olumlu anlamda etkilendiğinden bahsediyorsunuz. Zanaat, sanat ve tasarımın farklı toplumsal pratiklerdeki yansımaları hakkındaki gözlem ve görüşleriniz nedir? Örneğin sizce zanaat, sanat ve tasarım yaratmanın ilahî bir kudrete mahsus olduğu ve olmadığı kültürlerde hangi kılıklara bürünür, bürünebilir?

İki şehir/ülke arasındaki en temel fark tabi insan ilişkileri, insanların günlük hayatlarındaki meseleler ve bunlara yaklaşım şekilleri. Bugün Türkiye’ye baktığımda, giderek artan bir nefret ve öfke iklimi görüyorum; görüyoruz. Üstelik sebepsiz ve her an kullanıma hazır; kapağı açık. Bu gerçekten her alanda işleri çok zorlaştırıyor, insanın omzunda ciddi bir yük. İnsanlar sürekli insanlarla uğraşıyor. Bu, temel konu hâline geldi. Yaratıcılığı ve üretimi de zorlaştıran bir ortam bu doğal olarak. Yaygın kanının aksine, üretimin ve yaratıcılığın, acı ve esaret altında daha doğurgan {!} olduğunu düşünmüyorum ben. Çalıştığınız fizikî mekânda, gökyüzünde, kafalarda, masa üstünde büyük, temiz boşluklar ister yaratım, üretim. Bir de tabi New York, bu bahsettiğimiz dünyanın başkenti birçok anlamda. Tanıştığınız insanlar, çalıştığınız projeler ve izlediğiniz aktiviteler de ona göre oluyor.

Öte yandan, burada el emeğinin, becerisinin, ustalığın aşırı değerli olmasından ötürü zanaat, sanatsal bir değer görüyor neredeyse. Bu bir yandan olumlu bir şey gibi görünse de, zanaatın yapısı ve asıl amacı itibariyle -aşırı değerlenmesi neticesinde- aslında bir anlamda kendisini baltalıyor. “Made in Brooklyn”, “made in NY”, “made in US”ler havada uçuşurken, bir yandan da maddî anlamda daha zor ulaşılabilinir bir hâle geliyor bu yaratımlar. Çok basit bir örnek vereyim: Bildiğimiz resim çerçevesi, zaman zaman içindeki sanat eserinden daha pahalıya mal olabiliyor. Ya da bir terzinin bir kıyafeti onarmasının, yeni bir kıyafet almaktan pahalıya gelmesi gibi… Bu örnekler çoğaltılabilir. Sadece zanaat değil, tasarım ürünlerinde de bu durum geçerli tabii.

Bu durum beraberinde birtakım suiistimalleri de peşinde sürüklüyor elbette. Zaten elde üretilmesinden başka yolu olmayan ürünlere bile hemen bir “hand-made” damgası ve bana sorarsanız bir gereksiz değerleme çabası. “Hand-made tokat çeşitlerimizi satış temsilcinize sorunuz”.

Genel olarak bakacak olursak; insanların kendilerine >> insanların diğer insanlara >> insanların diğer insanların yarattıkları değerlere saygıları olarak formülize edebilirim kültürler-arasındaki bakış ve konumlandırma farkını.

Sadi Tekin

Sadi Tekin, 76 yılının yağmurlu bir yaz gününde Ankara’da doğmuş. Kendi başına anlamlı cümleler kurmaya başlamadan da, ailesini de yanına alarak İzmir’e taşınmış. {kendisine “İzmirli” diyor} 94 senesinde Marmara Üniversitesi GSF Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümünde okumak üzere İzmir’den ayrılıyor. O yıllarda artık nispeten daha anlamlı cümleler kurmaya başlamış, bir süredir de karikatür çizmekte. Bu vesile ile, o zamanki adı HBR Maymun olan haftalık mizah dergisinde haftalık karikatürler çizmiş. Çeşitli tasarım ofislerinde tasarımcılık yapmış; sergiler açmış. 2006-2012 yılları arasında Kuzguncuk’ta kendi ofisinde tasarım ve illustrasyon çalışmaları yapmış. Çalışmalarını 2012’den beri New York’ta sürdüren Sadi Tekin, Sipsi adında bir hayali kedi ve iki bisiklet babası.

saditekin.bigcartel.com | Instagram: @saditekin | Twitter: @saditekin